FeaturedKIBRISVOI Özel Haber

Dağlarda Unutulan Çocuk “O moriyumu, o moriyumu”

Cengiz Yenigüç

Olay yeri: Vretsia (Vretça) Dağaşan – Trodos Dağları

Yaş: 11

Olayın yaşanma yılı: 1974

Anlatan: Cengiz Yenigüç

Anlatım yılı: 1996

Kaleme alınma yılı: 2017    

Kaleme alan: cemal Dermuş

Vretça’dan Lefke’ye

Baf’ın bir çok yönü ile ünlü, şirin mi şirin köylerinden biri olan Vretça’da (Vretsia) Dağaşan’da 1964 yılında dünyaya gelir Cengiz. Henüz 3 yaşındayken babasını (Behçet Süleyman) kaybeder.

Behçet Süleyman

Kendini bile tanıyamadan, 1974 yılında bir de savaş görür. Baf’ın, düşmemiş köylerinden birisi ve bir dağ köyü Vretça (Dağaşan). Savaş bitti. Bitti derken, ateşkes oldu. Düşmemiş bir köy olmasına rağmen insanlar, güvenliksiz ve endişeli bir şekilde yaşadıkları köyde bulunmaktadır. Gayet doğaldır ki, daha güvenlikli bir bölgede yaşamak isterler böyle bir durumda ve çare ararlar kendilerince. Bir dağ köyü olduğu için ve köylüler Trodos Dağları’nı iyi bildikleri için, en doğru yol dağlardan yürüyerek kuzeye geçmekti diye düşündüler. İyi düşündüler de, dağlar ıssız, dağlar tehlikeli, ne kadar da ateşkes olsa savaş ortamı devam ediyor. Yakalanma ve öldürülme tehlikesi de var. Buna rağmen canlarını dişlerine takıp düştüler dağlara. Tek amaçları vardı. Daha güvenlikli bölge olan Lefke’ye ulaşmak. Dolayısıyla Baf dahil, birçok köylerden insanlar bir şekilde, Vretça ve Ayyanni’ye geliyor ve 100-150 kişi arasında büyük gruplar oluşturup, belli bir para karşılığında yolu bilen kişiler tarafından Lefke’ye getiriliyordu. Cengiz’in anacığı da, insanların kaçak olarak dağlardan kuzeye yürüyerek geçtiğini biliyordu. Cengiz’i de kuzeye göndermeye karar verir. Cengiz ise başına geleceklerden bihaber, çocuk haliyle düşer yollara.

120 Kişilik gruptuk

Bizim yola çıktığımız grup 120 kişi civarındaydı ve  sanıyorum 1974’ün Ekim ayında yola çıktık. Fakat ben, annem şişman, kardeşim de benden önce gittiği için bu grupta yakın ailemden birisi olmayan bir grupla yola çıktım. Annem beni Amcasının eşine teslim etmişti. Annem ve bir kız kardeşim Vretça’da kaldı.

Bizim liderlerimiz, birisi Yakup Cemal diğeri de Hamza Dayı’ydı bunlar da Vretçalıydı.

120 Kişilik grup, akşam üzeri yola koyulur. Aralarında kadınlar, genç kızlar, yaşlılar, hatta bebekler de vardır.

Gece boyunca yürüyoruz gün doğana kadar. Gündüz yürümek yasak. Bu nedenle dağların çukur yerlerinde, uyumak, dinlenmek ve gizlenmek amacıyla bekliyoruz, geceleyin tekrar yürümek üzere. Fakat ben gündüz uykusuna alışkın olmadığım ve aşırı bir merak, heyecan içerisinde olduğumdan ilk günün aydınlığını hiç uyuyamadan geçiriyorum. Diğerleri ise uyuyor, ben de onları ve çevreyi gözlüyordum.

Çocuk olmasına rağmen, her şeyin bilincinde olan Cengiz, korku, endişe ve merak içindedir. Tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıktığının da bilincindedir.

” Ya bu gruptan ayrılıp geri dönünüz, ya da bu çocuğu boğunuz”!

Daha önce tutulanlar vardı işkence görenler vardı. Bunun için hepimiz bir gerilim içerisindeydik. Maceranın esasında ikinci gecesi çok renkli geçer. Dağdaki ilk günün aydınlığı sona erip, gökyüzünde yıldızlar çıkınca tekrar yürümeye başlıyoruz. Yürüyüş esnasında grupta bulunan genç bir çiftin, yanlarında bulunan bir yaşından küçük bebekleri de vardı. Sürekli ağlıyordu. Onu susturmak da mümkün olmadı. Herkesin sinirleri gergin ve heyecanlı, yürüyüş sırasında susmak bilmeyen bebeğin ailesine, gruptakiler tarafından şu teklif getirildi. ” Ya bu gruptan ayrılıp geri dönünüz, yada bu çocuğu boğunuz!” Gerçekten bu kadar acımasız bir ortamdı. Sinirler çok gergindi. Gerçi grup liderleri tarafından yapılıyor bu teklif ama diğer insanlar da bunu yadsımıyor. Çünkü hepimiz ölebiliriz gibi bir mantığın altında yatıyor insanlar ve haklıydılar da. O sahneleri hiç unutamam. Bebek o kadar çok ağladı ki, burnu kanadı, altını ıslattı. Çok ağlayan bir bebekti. Sanki çıktığımız yolculuğun tehlikelerini görürcesine ağlıyordu. Ancak grup liderlerinin bu teklifini çocuk yaşıma rağmen ben dahil hiç kimse yadsımadık. Sonra bu aile geri döndü, biz de yolculuğumuza devam ettik. Fakat dağın bazı yerlerinde maki bitki örtüsü var. Berbattı. Yürüyorsunuz, yürüyemiyorsunuz. Bazı yerlerinde de böyle kaygan toprak var ki toprağın kaygan olduğu yerde, çıkıyoruz çıkıyoruz, tam tepeyi aşacağız, kayıyoruz ve tekrar tekrar tırmanmak zorunda kalıyoruz. İşte benim teslim edildiğim yada emanet edildiğim kadın, o kaygan zeminde kaydığı sırada çenesini çarpıyor ve yaralanıyor. Dolayısı ile bana yardım edecek, bana göz kulak olacak durumu da kalmıyor artık. İşte bu vaziyette yolculuğumuza devam ettik.

Çığlıkları dağlarda yankılanıyordu

Hiç unutmam yine ikinci gece böyle yürürken aniden 500 metre gibi bir uzaklıktan bir ışık görüyoruz. Sanıyorum ki bu bir askeri cip ışığıydı. İşte o anda grup liderleri yatın dedi. Yat komutuyla birlikte herkes altında ne var ne yok bakmadan, kendini yere atıyor. İşte bu esnada grup liderlerinden Hamza’nın eşi uçuruma yuvarlanmaz mı? Acı bir feryatla bağırmaya başladı. O kadar ki, kadınca çığlıkları bizi ele vermek istercesine dağlarda yankılanıyordu. Hamza ise, eşinin bu durumda bile çığlık atmaması gerektiğini düşünerek eşine kızıyordu. Çünkü bu çığlıklar bizim yolculuğumuzun önüne bir set çekebilir ve hayatta oluşumuzun son anı da olabilirdi. İşte bu sahneyi de yaşadıktan sonra herhangi bir tehlike geçirmeden yolculuğumuza devam ettik.

Kulaklarımda ise, sadece gecenin sessizliği vardı

Yolculuk sırasında grup liderleri, ya bir tehlike sezdikleri, ya da kontrol gereken yerlerde, ya da dinlenmek amacıyla bize istirahat veriyorlardı. İşte bunlardan birini ikinci gece, gece yarısını geçtikten sonra yaşadık. Yine maki bitki örtüsü olan bir arazideydik. Her tarafta laden kokuları ama bizim burnumuza saatler geçtikçe ulaşan, laden kokusu yerine özgürlük kokusuydu. İşte bu heyecan ve stresin getirdiği yorgunluk ve rehavet, hepimizin üzerine çökmüştü. Grup liderleri 10 dakika dinlenebilirsiniz dediği anda, herkes çökmüş, dinlenmeye, kafasını toparlamaya ve sakinleşmeye çalışıyordu. Bende çöktüm. Fakat ben ne ilk gecede ne de ilk gündüzde heyecanımdan uyumadım ya, üzerimde korkunç bir yorgunluk hissediyordum. İşte bu bitkinlikle, herkes gibi ben de oturdum. Oturduğum anda gözlerimin ne kadar açık durabildiğini hatırlamıyorum. Dediğim gibi saat gece yarısını geçmişti. Belki 2 veya 3’tü. Gecenin serininde birdenbire üşüdüğümü hissettiğimde, gözlerimi zorda olsa aralayabildim. Etrafıma bakmaya başlamıştım. Görebildiğim pek birşey yoktu gecenin zifiri karanlığında. Kulaklarımda ise sadece gecenin sessizliği. Yavaş yavaş gecenin sessiz serinliğini, içim üşüyerek tek başıma laden kokulu Trodos Dağları’nda, şaşkınlıkla hissetmeye ve bilinçli bir şekilde istemeden yaşamaya başladım. Etrafıma baktım, benden başka kimsecikler yoktu yanımda.

Böyle bir durumda ne hissedebilir ki bir insan? Hele hele 10-11 yaşındaki bir  çocuk.

Niye şimdi oraya gideyim. Nasıl olsa öleceğim

Orada çığlıklar atmaya başladım. Çığlıklarla ağlamaya başladım. Yani karmaşık duygulardı. Ağlayarak koşuyorum ve Yakup Dayı, Hamza Dayı diye bağırıyorum. Hiç unutmam, bu koşuşmacam en az bir saat sürdü. Koşuşmalarım sırasında 2-3 metre yüksekliklerden düşüyordum. Dizlerim ve ayaklarım hep yara oldu. Ama acı duymuyordum. Aklımda sadece guruptakilere yetişmek ve karanlık korkusundan kurtulmak vardı. Yaşadığım karanlığın korkusu bir yana, ondan da öte bilinmeze karşı bir de korku vardı içimde. Ağlamalarım, giderek azaldı ve susmaya başladım. Bir yandan da yakalandığım yerde beni öldürecekler, diye bir duygu, bir düşünce uyandı içimde. Ama bu düşüncelerle sürekli de yürüdüm. En sonunda bir yerde köyün elektrik ışıklarını gördüm ve bir anda durdum. Kendimce daha olgun düşünceler ürettim o anda. Dedim ki “Bu köy Rum köyüdür ve şimdi oraya gidersem beni öldürecekler. Dolayısı ile şimdi gitmemin bir esprisi yoktur” Durayım dedim burada ve durdum. Çok da yorgunum. Korkum paniğim ve gözyaşlarım tamamen durdu. Çok bilinçli bir şekilde ölümü kabullendiğim sahnedir bu. Gerçekten kabullendim ölümü. Çok daha enteresan bir şey söyleyeceğim. U-yu-dum.

Ölümü kabullendiğim için uyuyabildim. Dedim ki, niye şimdi oraya gideyim. Nasıl olsa öleceğim. Çok uykusuzum, çok çaresizim, yorgunum, ağladım, koştum, fayda olmadığını anladım. Çok bilinçli ve hakikaten bugünkü düşüncelerime de, çok ters gelmeyen bir kararla yatıp uyudum.

Yeni bir günün verdiği ümit

Sabah oldu. Fakat hep romanlarda geçer ya, yeni bir günün verdiği, bir ümit de var içimde. Güneş ışıldadı ve ben uyandım. Tabi ki baktım, beni kimse yakalayamamış, kimse öldürememiş. İşte yeni günün ümitleri yeşermeye başladı yüreğimde. Gün ışığının aydınlığıyla, ben Lefke’ye giderim ümidi doğdu. Ölüm korkusu yada ölümü kabullenişim bitti artık. Meğer gece gördüğüm köye teğet bir yol geçerdi. Ben de o yolun üzerindeki tepede uyumuşum. Sonra bir 50 metre kadar yürüdüm ve yola indim.

” Galimera, galimera”

Yolda yürümeye devam ettim. Yanımdan arabalar geçiyor, hiç kimse benimle ilgilenmiyor. Bir dağarcığım var, içerisinde peynir ve bir de ekmek var, su da var tabi ki yanımda. Fakat hatırlıyorum o köyden teğet geçen yol esasında dağı yarmaktadır. Sular akıyor böyle kamış, kamış. Soğuk ve temiz su. Oralardan su da içtim. Esasında üzüntülü veya sevinçli değilim aksine ümitliyim. Lefke’ye ulaşabileceğim ümidi var içimde. Hatta yanımdan artık yayalar da geçiyor ve bana, ” Galimera, galimera” (Günaydın) deyip gidiyorlardı. O insanların beni babasına ekmek götüren bir çoban çocuğu falan gibi algıladıklarını zannediyorum. Zaten tipimiz de çok farklı değil onlardan. Dolayısı ile kimse bana ne yapıyorsun, nereye gidiyorsun diye sormadı. Ben ise, nereye gittiğimi de bilmeden yürüyordum.

Ancak yürüdüğüm yol sürekli iniş çıkışlarla dolu bir yoldu. Çıkış inişlerde tepenin ardında ne olduğunu göremediğim için, çocuk aklımla diyordum ki. Bu tepenin ardında Lefke, diye diye umutla yürüyordum. Onlarca tepe geçiyordum ve Lefke gelmiyordu. Böyle devam ederken yolda arabalar da gidip geliyordu. Artık çok sıklıkla arabalar geçmemeye başladı.

Soru: Cengiz Bey şimdi Lefke’ye ulaşabilirim ümidiyle saat 18:00 ‘e kadar yürüdünüz ve artık gece karanlığı çökmek üzereydi, o anda ümidiniz devam ediyor muydu, yoksa ümidin yerini yine umutsuzluk mu alıyordu?

Cengiz: Evet, aynen öyle.

” Ben Türküm” dedim. Öyle patlayan bir sesle. Yani size “yakarmayacağım”

Kendi kendime dedim ki, ben artık bu işi başaramam. O yüzden teslim olayım. Ama düşünce de, net olarak birden bire değil, yavaş yavaş geldi. Hatta dedim ki, yoldan geçen arabalar da artık çok az geçmeye başladı geri dönmeye araba da bulamam, perişan olurum buralarda gecenin bir saatinde. Bu galiba son araba, bu galiba son araba derken, arabalar bitecek endişesiyle araba durdurmaya karar verdim. O sırada benim gidiş istikametimin tersinden yani karşımdan gelen bir arabaya el işareti yaptım ve durdu. Fakat çok enteresan bir arabaydı bindiğim. Arabanın içinde ben yaşlarda bir çocuk vardı. Araç minibüstü. Kel ve şişman 40 yaşlarında bir şoförü vardı. Muhtemelen çocuğun babasıydı. Yani bu gün diyorum ki, ben bu arabayı durdururken, içerisinde çocuk vardır ve içinde çocuk varken beni öldürmezler, diye düşünerek mi durdurdum. Yoksa rast gele mi öyle oldu bilmiyorum. Ama böyle bir zekice davranış da olabilir.

 O arabada hiç unutmadığım bir şey daha var. Arabaya girdim. Açım. Gerçi yanımda bir nor ve ekmek var ama o noru yediniz mi, böyle boğazınızda duruyor. Yiyemezsiniz. Dolayısıyla açım. Arabaya girdim, adam Rumca birşeyler sordu. ” Ben Türküm” dedim. Öyle patlayan bir sesle. Yani size “yakarmayacağım” gibi bir tavırla.

Çocukça ama çok net bir tavırdı bu. Adam anladı herhalde, ama sakindi. Arabanın önünde, cama bakan yarım bir elma vardı, ucu kararmış arabanın önünde durmaktan. Şoför o elmayı alıp bana verdi. Çatır çatır 10 saniye içinde, çekirdekleri, sapı var mı,  yok mu, düşünmeden elmayı yedim. Şoför o kadar sakin bir adamdı ki belki onun rahatlığından, belki benim her şeye hazırlıklı oluşumdan hiç korku da duymadım yanında.

Herhalde yediğim tokatlar işe yaradı

 Yolculuğumuzun sonunda, bir Rum köyüne girdik. Köy meydanında durdu. Sanırım vardığımız köy, Cikko köyüydü. Hiç bir şey söylemeden, beni köy meydanında bıraktı ve yoluna devam etti. Ben de o kadar rahattım ki, cebimde de 5 Kıbrıs Lirası ve 1 çifte şilin var. O zaman, Kıbrıs’ın her yerinde, MorningCoffee diye bisküvitler vardı. Herkes, bu bisküvitlerin 2 şilin olduğunu bilirdi. Çok rahat bir şekilde meydanda bulunan bakkala girdim. Bisküviti alıp 2 şilini verdim. Açtım ve yemeye başladım. Bu arada, karşı kahvede yaşlılar vardı. Gidip ben de kahveye oturdum. Az sonra, 20’li yaşlarında bir polis gelip beni aldı ve karakola götürdü. Karakol 2. kattaydı. Karakola girer girmez, bana 2 tokat çatlattı. Hayatımda yediğim en şiddetli tokatlardı bunlar. Daha sonra bana Rumca sorular soruyor. “Ben “Rumca bilmiyorum” diyorum. Kahveden Türkçe bilen bir Rum alıp geliyor. Gayet yumuşak bir tavırla, “Kimsin? Nesin? Nereye gidiyorsun?” gibi sorular soruyordu. Ben de cevap veriyordum. “Grup kaç kişiydi”? 119 diyordum. “Kimdi grup lideri?” Hamza ile Yakup dayılar. “Silahlı adamlar var mıydı?”  Bilmiyorum. Hakikaten de bilmiyordum. Bildiklerimi de doğru söylüyordum. Herhalde yediğim tokatlar işe yaradı diyorum şimdi kendi kendime. Daha sonrasında macera, benim dağda uyuyakalışımdan sonra yaşanan ve tanık olmadığım bir olayın kahramanıyla devam etti karakolda.

 “Halil Dayı bu kadar kızma sonra bizi öldürürler”

Grupta eşiyle birlikte, bizimle yolculuğa çıkan, Halil dayı diye bir adam ki düşündüklerine sansür uygulamadan konuşan ve lakabı da Deli Halil’dir, benim karakolda geçirdiğim 3-4 saatin sonrasında her yeri kan revan içinde odaya girdiğini gördüm. O anda içimden geçen düşünce, Allah diyorum! Benim verdiğim bilgilerle grubu yakalayıp öldürdüler, bunu da kafasından vurdular. Allah kahretsin! Keşke durdurmasaydım o aracı diye, kendi kendimi kahrediyorum.  Halil Dayı’yı görmenin sevinci ve rahatlığı ile onu çok perişan görmenin üzüntüsü, suçluluk duygusu içindeydim. Çok karmakarışık duygulardı.

Sonradan öğreniyorum ki; Halil Dayı’nın yol boyunca yanında taşıdığı bir bastonu varmış. Bir patikadan geçerken,  bastonu boşluğa gelmiş ve Halil Dayı uçuruma yuvarlanmıştı. Onu kurtarmak için uçuruma inmek çok zormuş. Eşi dahil herkes kendi can derdine düşmüş ve Halil Dayı’yı yaralı bir vaziyette orda bırakmışlar. İşte savaş ortamının acımasızlığını sahneleyen çok dramatik bir olaydı bu. Eşi dahil herkes tarafından ölüme terkedilmişti. Yüzü gözü kan revan içinde olmasına rağmen, Halil Dayı yine de dipdiri duruyordu. Birbirimize hiçbir şey söylemeden sadece bakıştık. Çok gergindi. Polis tarafından yoklanmış ve üzerinden büyük çakılar çıkmıştı. Bu sahneyi hiç unutmuyorum. Polis çakıları alıp sinirle yere vuruyordu. Yere vuran çakılar tavana sekiyordu. Bağırıyor Halil dayıya, “Bunlar ne?” diye. Fakat Halil Dayı da ayni şiddetle polise kızıyor. İçimden, “Halil Dayı bu kadar kızma sonra bizi öldürürler” diye mırıldanıyordum. Ben endişelendikçe, Halil Dayı daha da öfkelenip bağrışıyor polisle. Sonra hastaneye götürüp yaralarını sardırıp geri getirdiler Halil Dayı’yı.

Soru: Polis karakolundaki sorgulanmanız sırasında size bir şey ikram edildi mi?

Hayır. Ha ha bak iyi hatırlattınız. Esasında bir şey ikram edilmedi. Ama bu sahne, hakkaten benim gözlerimi yaşartıyor hala. Halil Dayı karakola getirilmeden 3 tane kara çarşaflı kadın, polisin kapısına dayandı. Üçü birden, “O moriyumu, o moriyumu” (zavallı çocuk) diye ağlıyordu. Fakat komik bir sahne geliyor bana ve diyordum ki kendi kendime “Bu kadınlara mı öldürtecekler beni. Bunlar da kim?”

 Sanırım onlar rahibe falandılar bugünkü çözümlemelerimle. “O moriyumu, o moriyumu” (zavallı çocuk) diye ağlayarak gözlerinden yaşlar akıyordu. Ardından, kadınlar gidip kızarmış ekmek ve zeytinyağı koyup bana getirdiler. “Hahhhh!” Diyorum. “Şimdi ayvayı yedik. Zehirli ekmek getirdi bunlar. Fakat çare yok” dedim. Uzatıyor kadınlar. Önce Almadım. Sonra alıp yedim.

Burada, bir şeyin altını çizmek istiyorum. O bölge savaş görmemiş, göç etmemiş, şehit vermemiş bölgedir. Dolayısıyla Türklere karşı pek kinli olmadıklarını düşünüyorum. Belki eğitimlerinde olduğu kadar bir nefretleri vardır bize, ama o kadınlarda gördüğüm gözyaşları, bir Türk annesininkilerden farklı değildi. Gerçekten ağlıyorlardı. O kadınlar, belki de  gerçekden rahibeydiler ve dini ve ulvi duygularla da olabilir bu.

Soru: Cengiz Bey, bu kadınlar sizin bir Türk çocuğu olduğunuzu biliyor muydu sizce?

Kesinlikle biliyorlardı çünkü,“o moriyumu o moriyumu”  (zavallı çocuk) diye ağlıyorlardı. Poliste tabi ki çok katı bir tutum vardı. Ama kadınların gelip kapıya dayanmasına da engel olamıyordu polis. Öyle bir sahne de yaşadım ve bu benim için çok enteresandır. Yani olayı tarafsız olarak anlatmaya çalışıyorum.

Neyse Halil Dayı’nın hastahaneden  gelişinden sonrasına dönelim.

Ben Lefke’ye gitmek istiyorum

Halil Dayı hastahaneden  geldikten sonra, hem birlikte hem de ayrı ayrı sorgulandık. Uzun sorgulamalar geçti başımızdan. Daha sonra siyah bir Mercedes araba, içinde silahlı askerler ve şoför ile, o köyden alınıyoruz ve yanlış hatırlamıyorsam Peula diye bir köye götürülüyoruz. Peula daha merkezi bir yerdi. Buradaki polislerin yaş ortalaması 40 civarındaydı. Genele yakını da Türkçe biliyordu. Orada polis bana muhallebi ağırladı. Çok sorgulandık. Ama benim için korku dolu saatler değildi bunlar. Daha çok Halil Dayı ile uğraşıyorlardı. Tabi bu arada polis, benim ve Halil dayının verdiği bilgilerle dağda arama yapmıştı. İki genç; adlarını şu anda bilmiyorum ama Ayyannili iki kişi, Siyah Rıza mı ne diyorlardı. Bunlar Lefke’ye insan götürmüşler ve başka bir grup götürmek için geri dönüşlerinde yakalanmışlardı. Benim kadar, şanslı değildiler malesef. Yakalanmış ve dövülmüşler, yani çok çileli saatler geçirmişlerdi onlar. İki Ayyannili de Peula karakoluna getirildikten sonra, sorgulanmamız devam etti. Sorulan sorulardan biri de , “Nereye gitmek istiyorsun?” sorusuydu. Ben de ısrarla “Lefke’ye” diye cevap veriyordum. Ümitlenmiştim de, bunlar beni Lefke’ye bırakır diye. Çünkü çocuksu saflık içindeydim.

Siyah Mercedes ve Ayyanni

Orda sorgulanmamız devam ederken, çok enteresan bir olay daha yaşadım ve o da bende çok izler bıraktı. O bizi Peula’ya getiren siyah Mercedes’e, yeniden tek başıma bindirildim. Bu sefer silahlı askerler yok. Sadece şoför ve ben. Bir yola çıktık. O anda yaşadığım, “Bu macera burada bitti, burada beni öldürecekler yalnız aldıklarına göre, bu böyle bitecek” diye düşünüyordum. Çok korkuyordum. Ama polis karakolunda hiç korku yaşamamıştım. Hatta bana Mida’yı soruyorlardı. Senin köylü falan deyip rahatlatıyorlardı. Neticede, gide gide, bir ayakkabıcı dükkanına gittik. Ayakkabıcı elindeki çekici bırakıp, yüzüme baktı. Türkçe konuşup, bana polisin sorduğu sorulara benzer sorular sordu. Tekrar arabaya bindirilip geri karakola götürüldüm. Karakolda yeniden sorgulandım. Akşam üzeri, BM Barış Gücü’ne haber verildi ve ayni Mercedes arabaya bindirilip, önde Barış Gücü cipi, arkada biz, yola çıktık. Yanımızda yine silahlı askerler vardı. Bu yolculuğumuz sonrasında, bizi Ayyanni köyüne bıraktılar. Sanırım Vretça düşmeyen bir köy olduğu için hemen yakınındaki Ayyanni köyüne bırakıldık.

Ayyanni’de, babamın teyzesi vardı. Ona gittim. Beni görünce çok ağladı, hem de çok. Sonra da beni Vretça’ya götürdüler. Teyzemin ismi de Hatice, hatta kocasının adı da Faik’ti.

Soru: Öyle mi?  Faik dediğin kişi benim amcam oluyor. Bildiğim kadarıyla, Reyfet amcan ,benim amcama enişte diye hitap ediyordu.

Öyleyse, ayni kişilerden bahsediyoruz ve biz bir telefon konuşmasında, hiç birbirimizi görmeden, bilmeden akraba çıkıyoruz. Çok ilginç bir sahnedir bu da. Bakın yani, hayat ne mucizeler ve tesadüflerle doludur.

Soru: Peki Ayyanni’ye götürüldünüz ve teyzenizin evine gittiğiniz andaki duygularınız neydi? Cengiz Bey yerine Cengiz diyeceğim artık sana.

(Gülerek) Yani bir rahatlık, büyük bir rahatlık hissettim. Ama topluca kuzeye geçeceğimiz güne kadar, bir daha kaçak yollardan gelmeyi de denemedim.

Yeni ve son sorumu cevaplandırırsan sevinirim Cengiz Topel Yenigüç.

Soru: İstanbul da yaşıyorsun ve 1974’ün üzerinden geçen 43 yıl boyunca Kıbrıs barış görüşmeleri hep devam etti. Son olarak da, CransMontana.Nasıl görüyorsun Kıbrıs’taki durumu?

Biz Kıbrıslılar savaşın acımasızlıklarını çok yaşadık. Tabi ki tekrardan savaş görmek, yaşamak istemiyoruz. Lakin Kıbrıs Rum liderlerinin görüşme masasına çözüm olsun isteği ile oturduklarına da inanmıyorum. Sadece mağdurları oynayıp bizden sürekli bir şeyler talep ediyorlar. Empati yaptığım zaman, haklı ve zekice de buluyorum bu tutumlarını. Başta öncelikli talepleri toprakken, şimdi asker ve garantiler konusu oldu. Çünkü gördüler ki bizlerin olmazsa olmazı toprak değildir. Bizim liderlerimiz bunu görmüyor mu? Arzum, Kıbrıslı Türklerin, olası bir çözümde,Yunanistan’daki Türkler gibi azınlık konumuna düşmemeleridir. Kıbrıslı Türkler önce yaşadıkları topraklardaki güvenliklerini düşünmelidirler. Yunanistan’daki Türk azınlığın yaşamını yakından gördüm çünkü.

Cemal Dermuş

 


Benzer Haberler

Gardiyan kundaklama şüphesiyle tutuklandı

TAK

Çavuşoğlu “Soruşturmayı durdurma gibi bir tavrımız yok”

TAK

İncirli “Sahte diplomaları tedavüle süren kamu çalışanları ortaya çıkarılmalı”

TAK

Paskalya Yortusu masası bu yıl daha pahalı

Voice Kıbrıs Haber

Meclis’te onaya sunuşlar yapıldı

TAK

Nöbetçi eczaneler (30 Nisan 2024)

Voice Kıbrıs Haber