1950’lerin sonu ve 1960’ların başlangıcında, birçok ülkedeki okul kayıt oranlarında artışlar
yaşanırken, ekonomilerinin de güçlü bir yönde büyüdüğüne tanıklık edildi. Dikkatler bu
bağlamda yeni ve gelişmekte olan eğitim planlaması disiplinini ön plana çıkardı. Yeni klasik
iktisadide de görüldüğü üzere; insanın bir hammadde olarak görülmesi, ekonomideki diğer
alış-veriş denklemleri gibi iş ve işçiyi kendi analitik yapısına uydurmak için emek-maaş
takasının da aynı bazda düşünülmesidir. Kapitalist sistem işin sosyal kısmını takas
edilemeyen karakterlerinden ayırabildiği için, böylesine basit bir tanım da yeni klasik
iktisadide kabul görmüştür. Sürekli yükselen kaynak seviyeleri de emekçinin hazırlığına
harcanmaya adanmıştır. Çocuk yetiştirme, eğitim, sağlık ve gelişimle beraber işçiyi zamanla
biraz daha sermaye malı olarak görmek kaçınılmazlaşmıştır. 1959 yılında Hague’da toplanan
bir OECD toplantısında nitelikli insan gücü ve ekonomik büyüme arasında pozitif bir
korelasyon bulunduğu ve böylece eğitim harcamasının bir yatırım olarak görülmesi gerektiği
önerildi. Fakat, ne yazık ki eğitimin mi ekonomik büyümeden kaynaklandığı veya bunun
tersinin mi olduğu sorgulanmamıştır.
Birçok kişinin de insan sermayesini ulusal ekonomik büyümenin anahtarı olduğunu
varsaymaya başladığı zamanlarda, Eski Sovyetler Birliği bile ekonomiye faydası olduğunu
düşündüğünden ülkenin kültürel düzeyini yükseltmek için eğitimde bu çoğunluk birliğine
katıldı. 1992'de Ekonomide Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazandıktan sonra yaptığı konuşmada
Gary Becker, 1950'lerde ve 1960'larda, insanları makine gibi gösterdiğinden aşağılayıcı
olarak görülen bu insan sermayesi kavramının artık tartışmalı olmadığını belirtmişti.
Ne yazık ki, asıl tartışma insanın bir sermaye oluşu veya olmayışı değildi ve bu olmamalıydı.
Geç gelen algılamanın da verdiği avantajla, bu eleştiriler bir nevi; Poirot’nun ABC
cinayetlerinde sürekli yanlış ve dikkat dağıtan ipuçlarıyla karşılaşmasına da denkti. Çünkü
dikkat dağıtan bu konularla, önem verilmesi gereken kamu ve özel yatırım arasındaki farka
ilişkin çok daha önemli unsurlardan uzaklaşılmıştı. Örneğin; Becker'a göre, eğitim ve
öğretim, insan sermayesindeki en önemli yatırımlar ve çalışmalardır, diğer etkenleri de
hesaba katarak okuldaki ve kolejdeki eğitimin kişinin gelirini önemli ölçüde artıracağı
Becker’a göre gösterilmiştir. Bu demekti ki, eğer bireyler 40 yaşlarına kadar bile okulda veya
üniversitede kalmayı seçerse, tümünün daha iyi durumda olacağı ve kat kat artan kazançlar
elde edip kaliteli bir yaşam süreceği kaçınılmazdı. Düşünülen durumun böyle olmadığı
sonradan anlaşılacağı gibi bir çok yatırımında boş sonuçlar getireceği de görülecekti.
Her şeyi dikkate alacak olursak, Becker aslında bize eğitime yapılacak herhangi bir yatırımın
(kamu ve/veya özel) ekonomik kalkınmaya direkt olarak pozitif bir katkı sağlayacağının
garantisini vermiş gibi görünmüyor muydu?
Becker'in niyetinin doğrultusu bu olsun ya da olmasın, insan sermayesi teorisi, gelişmekte
olan ülkelerdeki uluslararası ajanslar ve hükümetler tarafından, ilk ve orta öğretim
sektörlerini kamusallaştırmak için milyarlarca dolar harcamak zorunda kaldıkları şekilde
yorumlanmıştır. Bedava hükümet okulu, ücretli özel bir okulun bitişiğinde açıldığında, diğer
okul kaçınılmaz olarak diğerini saracaktır. Sonuç olarak, eğitimdeki kâr güdüsü, girişimcilik,
rekabet ve özel yatırım, giderek kalabalık olacak ve bürokratik, verimsiz bir hükümet tekeli
bırakacaktır. Bu nedenle, beşeri sermaye teorisi ile ilgili temel sorun, hükümet ve özel
yatırım arasında açık bir ayrım yapmayı başaramamasıdır.
Hiç yatırım olmamasından ise hükümetin yatırım yapması cazip görülse de, bu bakış açısı
yanlış şekilde hükümet müdahalesinin olmaması halinde eğitimdeki yatırımın yok olacağını
ima eder. Eğitimde artık özel sektörün oluşturmuş olduğu hazır bir piyasada devletin üzerine
katkı koymaksızın yapacağı her yatırım ölü yatırım olup aynı zamanda özeldeki yatırımında
etkisini boşa çıkaracaktır. Robert Solow’un da 1956 sunduğu dış faktörlere dayanan büyüme
modelinde de görülebileceği gibi, diğer tüm durumlar sabitken teknolojinin dış piyasadan iç
piyasaya geçişinin yok oluşunda büyüme de duracaktır. Çünkü teknoloji faktörünü saymaz
isek geriye kalan hazinemizdeki makineler ve işçiler olacaktır. Bu bir uçağa sahip olup onu
nasıl kullanabileceğimizi bilememize benzeyen bir durumdur. Üretim vardır, lakin gelişme ve
sürdürülebilirlik yok olmuştur. Günün sonunda tüm eğitim sektöründeki yatırım seviyesi de
kısıtlanacaktır. Bu yüzden, seçim aslında ‘devlet yatırımı veya sıfır yatırım’ arasında değil
‘devlet yatırımı veya özel yatırım’ arasındadır.
Kısaca anlatmak gerekirse, eğitimdeki artan getiriler gerçekte olmasa bile bu şekilde
gösterilmek zorundadır; çünkü bir disiplini tamamen öğrenen bir birey kendi yaptığı işin
devamlılığını getirmek için yeni nesilleri teşvik etmek zorundadır. Bu durum, kendi içinde
insan sermayesi teorisine karşı gelen bir varsayımdır. İşletme, hukuk, eczacılık vb. eğitimini
alan bir birey ilerisi ne kadar belirsiz ve karanlık olursa olsun o sektörün ve kendinin
menfaati için artan getiriyi gösterme zorunluluğundadır. Aynı şekilde de, piyasadaki
‘hammadde’nin içeriği birbirinden değişik olmaksızın aynı müfredatın altında okuldan okula
nakiller piyasaya katkı sağlamayacağı gibi dengeyi bozup, özeldeki eğitiminde sonunu
getirecek ve sadece ve sadece rantiyecilere katkı sağlayıp, yolsuzluğun önünü açacaktır.
Hasan Can Yıldırım